Yazarının yorumuyla bir dönem romanı: “EYLÜLE KADAR”
Yazarının yorumuyla bir dönem romanı:
“EYLÜLE KADAR“
(Bir yetmiş sekiz kuşağı hikayesi)
“…Yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir. Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür…
İşte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu’nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.”
Bu radyo anonsuyla uyandık 1980’in 12 Eylül sabahı…
Bir dönemi, beş general kapatmıştı.
Çok yazıldı, çok konuşuldu bu dönemle ilgili ama hep bir yanı eksik kaldı. Eylüle Kadar’la bu eksiğe parmak basmak istedim. Amacım bir dönemin gerçek yanlarıyla anlatılamamış, eksik bırakılmış diğer yanının bir nebze de olsa anlaşılmasına katkı sunmak…
Tüm dünyayı saran özgürlük ve savaş karşıtlığı akımını temsil eden 68 Kuşağı’ndan farklı olarak, yalnız bizim ülkemize özgü bir kuşak vardır.
“Nevi şahsına münhasır” özelliğinden dolayı dünyaca pek bilinememiş, üzerinde tartışılamamış ve kendini ifade edememiş bir kuşak…
Henüz tescillenmemiş olsa da bu kuşağın adı; “78 Kuşağı” dır.
Ben bu kuşağı “kayıp kuşak” olarak adlandırmayı daha uygun bulmuşumdur.
Açık ve net olarak bu kuşağın iki tarafı vardır. Devrimciler ve Ülkücüler…
Bu kuşağın devrimcileri, 68 kuşağı tarafından: “Silah kullanmaya yönelmiş, siyasal fikirlerle uğraşmaktansa tüm yaşanabilecek güzel şeyleri devrimden sonraya ertelemiş bir kuşak,” olarak tanımlanmıştır.
Aşk, eğitim, felsefe, aile gibi sosyal bir insanın, yaşama ihtiyacı duyduğu her şeyin, bu kuşak tarafından devrim sonrasına ertelendiği kabul edilmiştir.
Oysa bu kuşak yalnız devrimcilerden teşekkül etmemiştir. Bu kuşakta bir de diğer taraf vardır. Türk Milliyetçileri… Bir diğer deyişle “Ülkücüler.”
Onlar Türk devletini ve bu devletin varlık nedeni olan Türk milletini, özgür, bağımsız, maddi ve manevi bütün değerleri ile birlikte, sınıflar arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırarak mutlu ve zenginleşmiş bir şekilde ilelebet yaşatma mücadelesi yolunu seçmiş olanlardır.
Yeryüzünde başka bir örneği olmadığı için egemen güçler tarafından bu yanları hep yok sayılmış, görülmek istenmemiş ve bu yanları ile hiç bir zaman anılmak istenmemişlerdir.
Tanımlamak için Avrupa’da cereyan eden fikir ve siyaset akımlarını ileri sürmüş ve Avrupa’da uygulanmış isimlerle yaftalamışlardır hep onları. Naziler, faşistler gibi.
Onlarsa, fikirlerinin temeline oturttukları Türk Milletine bile, kendileri hakkında ileri sürülen iddiaların doğru olmadığını anlatma şansı bulamamışlardır.
Oysa Türk Milliyetçilerinin; gelişmeci, sosyal adaletçi, paylaşımcı ve aksiyoner fikirleri vardır.
Onlar, devrimciler tarafından, kontrgerilla(karşı devrimci) devrimi engelleyen Amerikan ajanı, ırkçı, kafa taşçı, faşist, kaba kuvvet kullanmaktan başka bir şey bilmeyen, entelektüel bir birikimi olmayan bir topluluk olarak algılanmış ve öyle tanıtılmışlardır.
Bu algı hep sürmüştür. Çünkü aksini söyleyenler kendini ifade edecek alan bulamamıştır. Her ne kadar duyurulmak istenmese de, 12 Eylül zindanlarında yaşanan bir hikâye günümüze kadar ulaşmıştır. Hikâye şudur: “İdam istemiyle yargılanan biri devrimci biri ülkücü aynı hücreyi paylaşır. -Nasıl olur demeyin darbeciler açısından onların birbirlerinden farkı yoktur. Öyle olduğu içinde ‘bir birinden bir diğerinden’ diyerek idam ediyorlardı fidan gibi delikanlıları zaten.- Devrimci tutuklu asker öldürmekle suçlanmaktadır. Asker öldürmekle suçlandığı için de her gün nöbeti devir alan asker, yanına çağırıp, bu genci copladıktan sonra nöbete başlamaktadır. Devrimci Erdal Eren’in maruz kaldığı işkenceye üzüldüğünden, kendini Erdal Eren diye tanıtarak, onun yerine işkence gören ülkücü Mahmut Erenler’ in yaptıkları, kamuoyunda duyulur. Bu olayın duyulmasıyla ülkücülerle ilgili algı kısmen de olsa değişir. Dönelim ülkücülere yeniden…
Onlar, Devletle Mamak’ta tanıştılar. Ülkesinin semalarında ay yıldızın sürekli dalgalanması, İstiklal Marşının özgürce, başı dik şekilde söylenebilmesi için canını veren insanlara, devletinin askerleri tarafından, günde birkaç kere zorla İstiklal Marşı söylettirilmesinin mantığını anlayamadılar uzun bir süre.
İdeolojisinin önde gelen isimlerine bile “fikrimiz iktidarda biz neden hapisteyiz” dedirtecek kadar devlete bağlılık derecelerinin, devlet ve yöneticiler arasındaki kavram farklılığını ayıramamış olmanın çelişkisini yaşadılar.
İnsan haysiyetine yakışmayan işkencelerle, uzun süre zindanda geçen mahkûmiyetleri sırasında “Sana mı kalmış ülkeyi kurtarmak” sözü kanlarını dondurdu onların.
Ve suçu sabit olmadan, “bir birinden, bir diğerinden” diyerek eşitlik sağlansın diye arkadaşları idam sehpalarına gönderilince, devletin gerçek sahiplerini tanıdılar.
Mahkeme sürerken, balistik incelemeler sonunda, aynı silahla hem devrimci hem ülkücü gencin vurulduğunu gördüklerinde, aralarına sızanlar olduğunu fark ettiler.
Hayatta kalanlarının büyük bir kısmı, uzun yıllar süren yargılamalar sonunda ceza evlerinden çıkabildiler ancak.
Devrimcilerin sanat ve edebiyat alanında ağabeyleri vardı. Mahkemeleri tamamlanarak hapishanelerden çıkan devrimci arkadaşlarına kol kanat gerdiler. Onlar için filimler çevirdiler kitaplar yazdılar.
Ülkücülerin, birikmiş sermaye sahibi işverenleri, devlet kadrolarında yerleşmiş yüksek bürokratları, silahlı kuvvetler içinde üst düzey komuta kademesinde yer alan ağabeyleri yoktu.
Kadere inançlarından dolayı kaldıkları yerden hayata tutunmak için yeniden başladılar.
Yeniden başlayanlar, yeniden kaybetme korkusunu hep yaşadıklarından daha ürkek oldular.
Kurdukları düzen bozulmasın, çocukları da kendi yaşadıklarını yaşamasın diye çocuklarını çoğu zaman sosyal olaylardan geri çektiler. Babalarının ürkek tavırları ve gerçek dünya arasında sıkışıp kalan güven duygusundan yoksun yeni bir kuşak oluştu böylece.
Çoğu zaman çaresizlikleri ve güvensizliklerinin yanında inançlarının verdiği kadercilik arasında sıkışıp kaldıkları için kendi önderlerini de çıkaramadılar.
68 kuşağı kendilerini tanımlarken; “ilerici bir gelenek oluşturan entelektüeller” olduklarını ve “kıstırılarak öldürüldüklerini” savunurlar. 78 Kuşağı için ise “siyasal birikim oluşturmak yerine daha çok silahla uğraşan bir kuşak” olarak bahsederler.
Birbirinden farklı görüşler ileri sürülse de herkesin ortak kanaati: 78 Kuşağının “kayıp kuşak” olduğudur.
İşte bu kuşağın “ülkücülerini” yazdım EYLÜLE KADAR’ da.
Ülkücü Sinan’ın bakış açısıyla; Çocuk denilecek yaşta, sisteme karşı yürüttükleri kavgada gençlik örgütlerine nasıl katıldıklarını, yaşamadıkları çocukluklarını, yaşamayı erteledikleri gençliklerini, çatışmalarını, fikir ayrılıkları yüzünden yüreklerine gömüp, açıklayamadıkları sevdaları yüzünden yaşadıkları kalp acılarını…
Bu kitabin okur kitlesi dönemi yaşayanlar olarak düşünülse de gönlüm bütün gençlerin okumasından yana…
Özellikle de Ülkücü gençlerin…